head
2183026 810x458 75f08
Çarşamba, 15 Mayıs 2024

Siyaset

Serik'teki ortaokulda, öğrencilerine Hz. İsa'nın ruhunun içine girdiği, ardından kıyametle ilgili şeyler anlattığı iddia edilen kadın öğretmen S.K. (35) açığa alındı. Kaymakam Haluk Şimşek, olayla ilgili soruşturmanın sürdüğünü ve müfettiş talebinde bulunduklarını söyledi.

 

SERİK'E bağlı Gedik Mahallesi'ndeki ortaokulda İngilizce öğretmeni olarak görev yapan S.K., iddiaya göre 19 Nisan günü 24 öğrencinin bulunduğu sınıfta ders yapmak istemeyen öğrencilere, "Dersi bırakalım, biraz kıyametten konuşalım" dedi. Hz. İsa'nın ruhunun içine girdiğini, herkesin ne zaman öleceğini ve kıyametin ne zaman kopacağını bildiğini iddia eden S.K., öğrencilere çeşitli şeyler anlattı. S.K.'nın anlatımlarından korkan bazı öğrenciler, ağlayarak dışarı çıktı. Tiyatroyla da uğraştığı öne sürülen öğretmenin anlatımlarından, psikolojik tedavi gördüğü belirtilen bir öğrenci de korktu. İddiaya göre öğretmenin göğsüne dokunduğu öğrenci titremeye başladı. Öğrenciyi sakinleştiren arkadaşları durumu okul müdürüne anlattı. Daha sonra bazı öğrenciler, öğretmen S.K.'ya "Neden böyle yapıyorsunuz?" diye sordu. Bunun üzerine S.K. da iddiaya göre "Cesaretli olmanız için yapıyorum" karşılığını verdi.
'MÜFETTİŞ İSTEDİK'
Öğrencilerin durumu anlattığı velilerin de şikayette bulunması üzerine olayla ilgili başlatılan soruşturma kapsamında öğretmen S.K., açığa alındı. Kaymakam Haluk Şimşek, "İlçe Milli Eğitim Müdürü'ne vermiş olduğum talimat doğrultusunda öğretmen açığa alınmıştır. Ayrıca olayla ilgili İl Milli Eğitim Müdürlüğü'nden müfettiş istedik. İddiayla ilgili taraflardan, öğrencilerden bilgi alınacak. Soruşturma sonrasına göre de hareket edilecek. Konuyla ilgili bugün Gedik Mahalle Muhtarı beni ziyaret etti. Kendisini dinledik" dedi.

AKP hükümetlerinin seçimle işbaşına gelen son başbakanı olan Ahmet Davutoğlu bugün Facebook hesabından bir açıklama yaptı. “Partimiz dar ve çıkarcı bir gruba terk edilemez” diyen Davutoğlu, “Cumhurbaşkanı’nın seçimlerin birinci derecede tarafı olarak seçim ortamının gerektirdiği yoğun ve çoğu zaman da sert siyasi polemiklere girmek durumunda kalması, eşit mesafede durması gereken Cumhurbaşkanlığı kurumunun toplumun en az yarısı ile psikolojik bir kopuş yaşamasına yol açmaktadır” ifadesini kullandı.

 

"Son üç yıl içinde yaşanılan kritik süreçlerde ülkemiz ve partimizle ilgili değerlendirmelerimi ve endişelerimi Sayın Cumhurbaşkanımıza doğrudan sözlü ve yazılı olarak iletmiş, ancak farklı çevreler tarafından art niyetli tartışmalara gerekçe kılınmaması adına kamuoyu ile paylaşmamayı tercih etmiştim" diyen Davutoğlu, "Demokratik başkanlık sistemlerinde gözlendiği gibi Cumhurbaşkanının parti üyeliğine sahip olması bir sorun teşkil etmemekle birlikte genel başkanlık görevinin de aynı kişi tarafından yürütülmesi hem devlet işleyişi hem parti kurumsallaşması açısından sakıncalar doğurmaktadır" uyarısında bulundu.

"Yeni sistemin en asli unsurlarından biri olarak görülen partili cumhurbaşkanlığı uygulaması mevcut Cumhurbaşkanımızın şahsından bağımsız olarak yeniden değerlendirilmeli ve Cumhurbaşkanlığı ile parti genel başkanlığı görevlerinin bir arada yürütülmesinin doğurduğu sakıncalar giderilmelidir" diyen Davutoğlu'nun Facebook hesabından yaptığı paylaşım şöyle:

Sayın Ahmet Davutoğlu’nun 31 Mart seçim sonuçları ve içinde bulunduğumuz siyasi şartlara ilişkin tespit ve tavsiyeleri:

“İnsanlık tarihinin en yoğun dönüşümlerinin yaşandığı, toplumlar arası iletişim ve etkileşimin olağanüstü bir hız kazandığı, büyük imkanların ve risklerin aynı ölçüde ve eşzamanlı olarak devreye girebildiği bir tarihi sürecin içinden geçiyoruz. Zamanın ruhu tarihi akışın ivme kazanmış olmasıdır. Önümüzdeki dönemde temel farklılaşma zamanın ruhunu kavrayarak bu ivmeyi yönetenler ile zamanın ruhundan koparak bu akışın içinde sürüklenenler arasında ortaya çıkacaktır. Kendi iç gerilimlerini aşarak tutarlı bir yaklaşım ile zamanın ruhuna uygun bir vizyon belirleyen ülkeler önümüzdeki on yılları hatta asırları belirleyecek bir güce kavuşurken, kendi kısır iç gerilimleri içinde enerjilerini tüketen ülkeler tarihin edilgen unsurları haline dönüşeceklerdir. Son dönemde ulusal, bölgesel ve uluslararası düzlemlerde yaşanan krizler tarihin rahmindeki doğum sancılarıdır.

İkibinli yılların başında partimizin zamanın ruhunu ve milletin değerlerini kavrayan bir vizyonla iktidara gelmesi ile birlikte özgüvenimizi tahkim eden bir demokratikleşme, yükselen bir ekonomik kalkınma grafiği ve dünyanın her köşesine yayılan bir uluslararası etkinlik kazanan ülkemiz tarihi akışın ivmesini yakalayan bir performans göstermişti. Ancak, 2013 yılında Gezi olayları ile başlayan, 17/25 Aralık komploları ile devam eden, çukur eylemleri ile tehlikeli boyutlara ulaşan ve nihayet 15 Temmuz hain darbe girişimi ile zirveye çıkan iç gerilimler ülkemizi vizyoner ve atılımcı pozisyondan reaksiyoner ve savunmacı bir pozisyona sürüklemiştir.

"Vizyon üretme ve uygulama kapasitemiz daraldı"
Bütün bu süreci yönetebilecek yegane siyasi aktör konumunda olan partimizin de bu komplo süreçlerinde öncü rol oynamış bazı odakların milli iradeyi hiçe sayan tahrik ve manipülasyonları ile enerjisini kendi içinde tüketmeye başlaması hem iç ahengimizi sarsmış hem de vizyon üretme ve uygulama kapasitemizi daraltmıştır.

Bugün kritik bir tarihi eşikte bulunuyoruz. Son üç yıl içinde yaşanılan kritik süreçlerde ülkemiz ve partimizle ilgili değerlendirmelerimi ve endişelerimi Sayın Cumhurbaşkanımıza doğrudan sözlü ve yazılı olarak iletmiş, ancak farklı çevreler tarafından art niyetli tartışmalara gerekçe kılınmaması adına kamuoyu ile paylaşmamayı tercih etmiştim. 31 Mart seçimleri ve ardından yaşananlar ile birlikte ortaya çıkan toplumsal ve siyasal tablo partimizin ve ülkemizin geleceği ile ilgili kamuoyuna açık, şeffaf ve sağduyulu bir muhasebenin yapılmasını gerekli kılmıştır. AK Parti’nin 2. Genel Başkanı ve ülkemizin halk tarafından seçilmiş son Başbakanı olarak bu sorumluluk bilinci ile TBMM’mizin kuruluşunun 99. Yıldönümü arifesinde görüşlerimi aziz milletimizle paylaşmayı kaçınılmaz bir görev addediyorum.

 

"Atılması gereken adımlar kararlılıkla atılmazsa..."
31 Mart seçimleri basiret ve sağduyuyla incelememiz gereken önemli sonuçlar doğurmuş, dikkate almamız gereken önemli mesajlar vermiştir. Partimizin ve ülkemizin geleceği için bu mesajların doğru anlaşılması ve gereğinin yapılması büyük bir önem arz etmektedir. Milletimizin tercihlerindeki değişikliklerden gerekli mesajlar çıkarılmaz, atılması gereken adımlar kararlılıkla atılmaz ise hem AK Parti olarak bizleri hem de ülkemizi zor bir dönem beklemektedir. Bu çerçevede, başta hareketimizin kitleselleşerek iktidara yürümesinin önemli sembolleri olan ve çeyrek asırdır kadrolarımızın yönetiminde bulunan İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkanlıklarında alınan sonuç olmak üzere, partimizin toplumsal desteğinde görülen azalma gerçeğiyle yüzleşmek ve bunu sağduyulu bir şekilde değerlendirmek durumundayız.

Her şeyden önce tekrar hatırlamak zorundayız ki AK Parti konjonktürel siyasi şartlarda ortaya çıkmış nevzuhur bir siyasi oluşum değildir. Aksine, nesillerin birbirine aktararak getirdiği alın ve zihin terinin, zor şartları aşa aşa oluşan anonim bir birikimin milletle ve tarihle buluşmasının eseridir. Bu nedenledir ki varoluş gerekçesi ve geleceği herhangi bir faninin, sınırlı bir toplumsal kesimin, bir ekonomik çıkar grubunun hatta tek bir neslin kaderine, tercihlerine ve takdirine bağlı değildir ve olmamalıdır. Geriye doğru derinliğine gidildiğinde geçmiş nesillerin emeği, ileriye doğru bakıldığında gelecek nesillerin umutları üzerinde yükselen bu hareket ikbal hesaplarına, gittikçe kabaran egolara ve kısır çekişmelere kurban edilmemelidir.

Hepimiz partimizin yükseldiği zemini tahkim eden geçmiş nesillere ve bugününü omuzlarda taşıyan isimsiz kahramanlara çok şey borçluyuz. Genel Başkan olarak yürüttüğüm 7 Haziran ve 1 Kasım 2015’teki iki genel seçim kampanyasında bu isimsiz kahramanların vefakar yüzlerinde bu büyük mirasın derinliğini görme şerefine nail olmuştum. Şu an bile yağmur altında coşkulu bir şekilde saatlerce meydanı dolduran İzmir Bergamalı kadınlar, Sur’da hain terör örgütünün kazdığı çukurlara karşı verdiğimiz mücadele sürerken Ulu Cami önünde beni bir miting kalabalığı ile karşılayıp kucaklayan yiğit Diyarbakırlılar, Sancaktepe’de mitingimizde ellerini göğe doğru kaldırarak dua eden yaşlı İstanbullu amcalar, bir gece karanlığında Karadeniz’in coşkusunu meydana taşıyan muhabbet yüklü Trabzonlular ve beni 7 Haziran’daki hüzünde de 1 Kasım’daki coşkuda da vakarla Ankara’ya uğurlayan aziz Konyalılar ve 81 ilde beni kucaklayan ülkemin vefakar insanları gözlerimin önündedir.

Elde edilen her başarıyı, makamı ve mevkiyi hasbi fedakarlıklarla önümüzü açmak için her türlü çileye katlanan geçmiş nesillere, her seçimde cansiperane çalışan bu isimsiz kahramanlara ve onları heyecanla örgütleyen teşkilatlarımıza borçluyuz. Bu satırları yazarken dahi bu borçluluk duygusundan kaynaklanan ağır sorumluluğun yükünü omuzlarımda hissediyorum. Bu bağlamda partimizin ve ülkemizin geleceği ile ilgili tespitlerimi milletimizin derin vicdanına arz ediyorum.

• Siyasi hareketleri ve partileri tarih sahnesinde başat aktör kılan beş temel unsur vardır: (i) kendi içinde tutarlı bir ilkeler ve değerler manzumesi, (ii) bu değerler manzumesinin ruhu ile uyumlu bir söylem, (iii) toplumun her kesimine açık bir sosyal ilişkiler ağı, (iv) bu ağı etkin bir şekilde yöneten sağlam bir teşkilat yapısı ve (v) zamanın ruhuna uygun politikalar geliştirilebilmesini sağlayan özgür düşünce ve ortak akıl.

• Partimizi siyasi tarihimizdeki diğer partilerden ayırt eden ve uzun iktidar dönemlerimize zemin oluşturan sır bu temel özelliklerde gizlidir. Ancak son yıllarda yaşananlar bu temel özelliklerde ciddi bir zaafiyetin yaygınlaşmakta olduğunu ortaya koymuştur. Son olarak mahalli seçim sürecinde ve sonrasında her açıdan gözlenen savrulma ve dağınıklık aslında bu zaafiyetin yansımalarıdır.

• Öncelikle siyasi ahlakın temelini dokuyan ilkeler ve değerler konusunda söylemde ve eylemde yaşanan sapmalar toplumsal vicdan ile buluşulmasını engelleyen en önemli bariyerdir. Ben-merkezci kibirli bir dil ile tevazudan kopuş, mahviyet vurgusu yaparken en küçük birimlerdeki siyasilerin bile adlarını sokaklara, okullara ve binalara verme yarışı içine girmeleri, sürekli görünür ve bilinir olma dürtüsüyle gündeme gelmek için her türlü çabanın gösterilmesi, kullanılan dil ile sergilenen tavır arasındaki uçurumun alabildiğine açılması, kutsal değerlerimizin siyasi çıkarlar uğruna hoyratça kullanılması, alınan görevlerin kişiye has olduğu unutularak bütün bir aile ve çevrenin etki kurma çabaları, siyasi rakip görülen kişilerin yıpratılması için sosyal medya operasyonları dahil her türlü iftiranın yaygınlık kazanması, bir ömrünü bu davaya adamış ve ortak mücadele vermiş insanların toplumsal itibarlarının yok edilmesine dönük ithamlara sessiz kalınarak dolaylı destek verilmesi ve geçmişte en önemli değerimiz olarak gördüğümüz vefa duygusunun ciddi şekilde zedelenmesi üzerinde açık yüreklilikle düşünülmesi gereken hususlardır.

 

• Temel değerler ve ilkeler düzeyinde yaşanan savrulma siyasi söylemimizi de doğrudan etkilemiştir. Son yıllarda partimizin insan-odaklı, insan haklarına dayalı, özgürlükçü, reformcu, kuşatıcı, kendinden ve geleceğinden emin siyasi söyleminin yerini devletçi, güvenlikçi, statükocu ve salt beka endişelerine dayalı bir söylem almıştır.

• Devlet milleti oluşturan insanların ortak iradesinin tecessüm etmiş halidir ve o irade olmadıkça varlığını sürdüremez. Devlet bizim dışımızda var olan değil, toplumu oluşturan bireylerin iradesiyle var olan bir siyasi organizma ve toplumdan meşruiyet aldığı ölçüde kalıcı olabilecek bir idari mekanizmadır. Şeyh Edebali’nin ilkesini yeniden yorumlayarak diyebiliriz ki insanı, onun temel haklarını ihmal eden veya ikincil konuma indirgeyen hiç bir devlet baki olamaz.

• Partimizi Türkiye’nin her yerinde birinci parti kılan toplumsal kapsayıcılık ve ilişkiler ağında da ciddi bir daralma yaşandığı gözlenmektedir. Son seçimlerde alınan neticeler Cumhur İttifakı olarak dahi sahil kesimlerinden koparak İç Anadolu ve Karadeniz’e doğru daralan bir siyasal etkinlik alanına sıkışmakta olduğumuzu göstermektedir. İç Anadolu’da ise ittifak-içi dengenin partimiz aleyhine değişmekte olduğu bir vakıadır. Bu coğrafi ve toplumsal destek daralmasının gerek söylem gerekse eylem düzeyindeki sebepleri üzerinde titizlikle durulmazsa bu daralma bir siyasi kıskaca dönüşecektir.

• Bu toplumsal destek daralmasını durduracak en önemli faktör bulundukları sosyal doku ile kaynaşmış ve kritik süreçlerde dinamik bir rol üstlenmeye hazır bir teşkilatın varlığıdır. Ancak son dönemde 15 Temmuz’daki milli direnişe bedenlerini ortaya koyarak öncülük eden il başkanlarımızın ve teşkilatlarımızın metal yorgunluğu gibi muğlak ifadelerle küstürülerek devre dışı bırakılması teşkilatlarımızın derin vicdanında ciddi bir yara açmıştır.

• Daha da tehlikelisi, kendisini partimizin kurullarının üstünde gören ve adeta paralel bir yapı gibi partiyi yönetmeye çalışan bir odağın ortaya çıkması ve partinin seçilmiş yetkililerini ve kurullarını devre dışı bırakmaya kalkışması teşkilat kurumsallaşmasının özünü sakatlamıştır. Teşkilatlarımızda son iki seçimde gözlenen heyecansızlık biraz da daha önce büyük fedakarlık gösteren teşkilat unsurlarına yapılan vefasızlık dolayısıyla yaşanan hayal kırıklığının eseridir.

• Öte yandan, genel ve yerel seçimlerle halktan doğrudan yönetme yetkisi almış kişilerin parti kurullarında ve belediye meclislerinde atılan adımlarla önce yetkilerinin daraltılması sonra da doğrudan veya dolaylı itham ve baskılarla görevden ayrılmak zorunda kalmış olmaları siyasetin kurumsallaşmasına zarar verdiği gibi milli iradenin üstünlüğü ilkesine ve partimizin sosyal doku ile irtibatına da ciddi darbe vurmuştur.

• Partimizin en önemli kurucu ilkelerinin başında ortak akıl arayışı gelmektedir. Partimiz, kurumsal istişare mekanizmaları ve ortak akıl arayışı sayesinde birçok çetin krizi aşarak milletimizin teveccühüne mazhar olmuştur. Ancak, maalesef son dönemlerde, ortak aklın işletilmesine imkân veren AK Parti kurulları ve istişare mekanizmaları ya tamamen devreden çıkmış ya da tek bir görüşün onay makamı haline gelerek işlevini yitirmiştir. Bu çerçevede, partimizin kurumsal yapısı, teşkilatlarımızdan gelen önerilerin siyasete yansıtıldığı gerçek işlevine yeniden kavuşturulmalıdır.

• Milletin gözyaşı, emeği, aklı ve yüreği ile kurulan partimiz ve ülkemiz, hırslarına esir düşmüş dar ve çıkarcı bir çevrenin ikbal kaygılarına terk edilemez. Bu çerçevede, vakit kaybetmeden, partimizin kurumsal yapısı güçlendirilmeli, istişare ve ortak akıl mekanizmaları etkin bir şekilde çalıştırılmalı, teşkilatlarımız asli niteliğine ve işlevine kavuşturulmalı ve milletimizle olan bağımız tevazu temelinde yeniden inşa edilmelidir.

• Partimizin seçim sonuçları vesilesiyle yapacağı muhasebe ittifak siyasetini de içermelidir. Siyasi partiler arasında diyaloğun, yapıcı işbirliğinin ve karşılıklı anlayışın gelişmesi demokrasimiz ve milli birliğimiz açısından son derece önemlidir. Bu anlamda 15 Temmuz sonrası yaşanan Yeni Kapı ruhu ile tecessüm eden yakın diyalog ve işbirliği ortamı doğru olmuştur. Bununla birlikte seçim sonuçları, ittifak siyasetinin hem oy oranı hem de parti kimliği açısından partimize zarar verdiğini ortaya koymuştur. Partimiz, ittifak içi yarışta da ittifaklar arası yarışta da hedeflerine ulaşamamış, yönettiği bir çok belediyeyi kaybetmiştir.

• Ayrıca, ittifak siyaseti partimizi dar bir siyasi dile ve kimliğe hapsederek, ülkenin her bölgesini ve toplumun her kesimini kucaklayan özgün duruşumuza zarar vermiştir. Bu çerçevede, partimiz seçim sonuçlarını doğru analiz ederek ittifak siyasetini gözden geçirmelidir. Farklı siyasi partilerle ülkemizin ortak gündemi konusunda yakın işbirliği geliştirilirken, partimizin özgün siyasal kimliği ve felsefesi de korunmalıdır.

• Özetle bugün partimiz her açıdan bir yenilenme ihtiyacı içindedir. Seçimsiz geçmesi beklenen dört yıl böylesi bir yenilenme ihtiyacı için gerekli zamanı sağlamaktadır. Bu dönemde AK Parti kökten bir yenilenme süreci yaşarsa kaybettiği söylem ve politika dinamizmini yeniden kazanabilir. En önemlisi de hızla kaybetmekte olduğu moral üstünlüğü tekrar elde edebilir. Bu büyük tarihi mirasın ve emanetin fani kişiliklerimizden bağımsız olarak sahipsiz kalması beklenemez.

 

Ülkemizin geleceği açısından bakıldığında ise, şu hususlardaki kanaatlerimi paylaşmayı gerekli görüyorum.

• Cumhurbaşkanlığı sistemi ile birlikte gelen ittifak yapılanmaları beklenenin aksine siyasi yelpazedeki dağınıklığı gideremediği gibi siyasi kutupların oluşmasına ve toplumu bir arada tutan ortak değerlerin yıpranmasına yol açmış görünmektedir. Seçim sürecinde ittifak yapılarının cepheleştirici karakterinden kaynaklanan sert söylemler siyasi kutuplaşmayı tehlikeli boyutlara taşıyarak, toplumsal barışımızı ve ortak aidiyet bilincimizi zedelemiştir.

• Seçimlerde yarışanlar düşmanlar değil, siyasi rakiplerdir. Kazanan ise sandıktan kim çıkarsa çıksın milletimiz ve demokrasimizdir. Bu sonuca saygı duymak da herkesten önce siyasilerin görevidir. Beka endişeleri demokrasiyi askıya alma heveslerinin gerekçesi olamaz. Aksine devletimizin bekasının temeli demokratik meşruiyettir.

• Beka söylemi ile rakip partileri düşmanlaştırmanın, siyasi rekabeti aşan kutuplaşmaların nelere sebep olabileceğini ne yazık ki Ankara’da aslında hepimizi birleştirmesi gereken bir şehit cenazesinde gerçekleşen çirkin saldırıda yaşadık. Ana muhalefet liderine dönük bu saldırıyı bir kez daha kınıyor, herkesi demokratik düzen içinde hareket etmeye ve kutuplaştırıcı siyasi söylemlerden uzak durmaya davet ediyorum.

• Milletlerin huzuru, devletlerin bekası ve toplumların düzeni için en temel unsur ortak aidiyet bilincidir. Hepimizin her an zihnimizde tutması gereken en temel gerçek şudur: Türkiye Cumhuriyeti, 82 milyon vatandaşın ortak iradesinin ve sahiplenmesinin eseridir. Dolayısıyla, insan onuru ile taçlandırılan Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı kimliği taşıyan hiç kimse hiç bir makam ve güç sahibi tarafından tahkir edilmemeli; inancı, cinsiyeti, engeli, dili, ırkı, siyasi düşüncesi, felsefi anlayışı ve hayat tarzı sebebiyle ayrımcılığa maruz bırakılmamalı, herhangi bir şekilde nefret söylemine muhatap kılınmamalıdır.

• Bu ortak aidiyet bilincine dayalı toplumsal düzenin ilk erdemi ve esası adalettir. Sağlam bir adalet felsefesine dayanmayan hukuk yapısı ile insan hayatının, aklının, inancının, neslinin ve mülkünün teminat altına alınmadığı sosyal ve siyasal düzenler iç ve dış her türlü müdahaleye, saldırıya ve kaosa açık hale gelir. Hukuk güç biriktirme alanı değil, gücü denetleme ve ahlaki çizgiye getirme alanıdır. Yargının kontrol altına alınması çabası hangi gerekçeyle ve kim tarafından yapılırsa yapılsın en büyük suç olarak görülmelidir.

• Yakın tarihimizde ülkemizin ve milletimizin geleceğini tehdit eden en hain girişimi 15 Temmuz gecesi durduran güç milletçe gösterdiğimiz onurlu direniştir; bu direnişi nihai zafere taşıyacak olan ise bu yargı sürecinde adalet terazisinin doğru işletilmesidir. Bir hakim ve savcı hüküm verirken ya da iddianame hazırlarken davanın mahiyeti ve nihai adalet ölçüsü dışında hiç bir kaygı taşımamalı ve hiç bir müdahale veya telkine maruz bırakılmamalıdır.

• FETÖ ile tavizsiz verilmesi gereken mücadelede farklı kişilere farklı kriterler uygulanması, yürütülen mücadeleye zarar vermektedir. Bu konuda hukukun en temel ilkesi olan ‘suçların şahsiliği’ ilkesi özenle korunmalıdır. Bazı durumlarda, örgüt okullarında okumuş, kardeş ya da akrabaları örgütün ve darbe sürecinin önemli elemanları arasında olan kişilerin en üst düzey devlet görevlerine atanmasında sakınca görülmezken alt düzey bir memurun yakınlarından birinin yine alt düzey bir ilişkisi sebebiyle işten çıkarılması kamu vicdanında FETÖ ile mücadele konusunda soru işaretleri oluşturmaktadır.

• Türkiye’nin sivil, demokratik ve bütüncül bir anayasa ihtiyacı her zamankinden daha fazladır. Sistem değişikliğini içeren son anayasa değişikliği paketinin TBMM’ne sunulmasından hemen sonra kaygı ve önerilerimi sözlü ve yazılı olarak Sayın Cumhurbaşkanımıza da arz etmiştim. Ne yazık ki geçen sürede yaşadıklarımız bu endişelerimi haklı çıkarmıştır. Üzülerek belirtmeliyim ki yeni sistem, hem yapılanması hem de uygulama tarzı itibariyle milletimizin beklentilerini de karşılamamaktadır. Bu çerçevede, sistem değişikliğine ilişkin ciddi ve samimi bir muhasebe yapmamız gerekmektedir.

• Bu muhasebede ilk başlamamız gereken nokta, hukuk devleti ilkesinin varlığı ve korunmasıdır. Hukuk devletinin korunabilmesi ise kuvvetler ayrılığı ilkesinin yeniden inşasına bağlıdır. Türkiye 12 Eylül Anayasasının yürütmede yol açtığı çift başlılıktan dolayı yönetim krizleri yaşamıştı. Yeni sistem bu sorunu çözmüş olmakla birlikte yürütmeyi yasama ve yargı karşısında baskın kılarak kuvvetler ayrılığı ilkesini zedelemiş, denge ve denetim mekanizmalarını işlevsizleştirmiştir.

• Kuvvetler ayrılığını garantiye almak üzere, yasama erki yürütme ve yargı erkleri karşısında dengeleyici bir otonomiye sahip kılınmalıdır. Bu çerçevede seçim sistemi ve siyasi partiler kanunu da tekrar gözden geçirilerek tek tek milletvekillerinin temsil gücü tahkim edilmeli ve yasama süreci içindeki etkinliği güçlendirilmelidir.

• Bu muhasebe çerçevesinde ele almamız gereken bir diğer konu devlet mimarisinin yeniden tanzimi meselesidir. Devlet, daimiyetini sürdüregeldiği teamüller ve kurumlar üzerinden tarih sahnesine yansıtır. Bu teamüllerin ve kurumların değişen şartlara göre yeniden tanzim edilmesi tarihin doğal akışının getirdiği bir zorunluluktur. Bu tanzimde süreklilik-değişim dengesinin özenle korunması gerekir. Bu dengenin süreklilik lehine bozularak ihtiyaç duyulan değişimin geciktirilmesi statükoculuğa ve donukluğa yol açarken, dengenin değişim lehine bozulması devlet yapısının yaz-boz tahtasına dönmesine yol açar, devletin daimiyetini zaafa uğratır.

• Devlet yeniden tanzim edilirken statükoculuğa dayalı kurumsal asabiyet terk edilmeli, ancak kurumsal kültür ve hafıza özenle korunmalıdır. Bu tanzim, konjonktürel, keyfi ve ani kararlarla değil, devlet tecrübe birikimini ve zamanın gerekliliklerini göz önünde bulunduran ve ortak aklı harekete geçiren bir basiret içinde gerçekleştirilmelidir.

• Bu bağlamda devlet mimarimizin süreklilik arz eden en önemli özelliklerden birisi devlet başkanlığı makamının toplumun bütününü temsil etmesi ve her kesimi kucaklamasıdır. 12 Eylül anayasasının doğasını bozduğu parlamenter sistemden Başkanlık sistemine geçerken dikkat etmemiz gereken en hassas konulardan birisi devlet geleneğimizden gelen her kesimi kuşatıcı devlet başkanlığı ile parti kimliğine dayalı başkanlık sistemi arasında çatışma yaşanmasının engellenmesidir.

• Demokratik başkanlık sistemlerinde gözlendiği gibi Cumhurbaşkanının parti üyeliğine sahip olması bir sorun teşkil etmemekle birlikte genel başkanlık görevinin de aynı kişi tarafından yürütülmesi hem devlet işleyişi hem parti kurumsallaşması açısından sakıncalar doğurmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın seçimlerin birinci derecede tarafı olarak seçim ortamının gerektirdiği yoğun ve çoğu zaman da sert siyasi polemiklere girmek durumunda kalması, devlet geleneğimiz içinde toplumun tüm kesimlerine eşit mesafede durması gereken Cumhurbaşkanlığı kurumunun toplumun en az yarısı ile psikolojik bir kopuş yaşamasına yol açmaktadır.

 

• Bu çerçevede, yeni sistemin en asli unsurlarından biri olarak görülen partili cumhurbaşkanlığı uygulaması mevcut Cumhurbaşkanımızın şahsından bağımsız olarak yeniden değerlendirilmeli ve Cumhurbaşkanlığı ile parti genel başkanlığı görevlerinin bir arada yürütülmesinin doğurduğu sakıncalar giderilmelidir.

• Devlet mimarisinde kurumsal nitelikli yatay iletişim ve dikey hiyerarşik ilişkilerin yeniden tanımlanması, siyasi/teknokrat kimlikler ve işlevler arasına sıkışmış görünen bakanlıkların sistem içindeki rolünün açıklığa kavuşturulması, yeni ihdas edilen politika kurullarının devlet mimarisi içindeki konumlarının belirlenmesi gibi hususlar netleştirilmedir. Bütüncül bir tasavvura ve estetik bir işleyiş mekanizmasına sahip olmayan devlet mimarisinin kalıcı olması mümkün değildir.

• Ülkemizin bulunduğu coğrafya sebebiyle başka hiçbir ülke ile kıyas kabul etmeyecek güvenlik sınamaları ile karşı karşıya olduğu açıktır. Bu sınamalar karşısındaki en güçlü direnç unsurumuzu oluşturan ordumuzun 15 Temmuz’da herhangi bir ordunun karşı karşıya kalabileceği en derin travmayı aşarak yeniden iç düzenine kavuşmuş olması her türlü takdirin üzerindedir. Ülkemizin ve milletimizin bir daha darbe teşebbüslerine muhatap olmaması için yapılması gereken en esaslı dönüşüm, ordu-siyaset ilişkilerinin demokratikleştirilmesi ve sivil siyasi iradenin bütün bürokratik mekanizmalar üzerinde nihai etkileyici ve belirleyici kılınmasıdır. Karşı karşıya kaldığımız güvenlik riskleri bağlamında, 23 Temmuz 2015’te PKK, DAEŞ ve DHKP-C’ye karşı, 17-25 Aralık 2013’teki komplolar ve 15 Temmuz 2016’daki hain darbe teşebbüsünden sonra da FETÖ’ye karşı başlattığımız haklı mücadele ara vermeksizin sürmelidir.

• Ancak, bu mücadele sırasında özgürlük-güvenlik dengesinin hassas ölçülerine özen gösterilmesi yürütülen mücadelenin geniş halk kesimlerince benimsenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Farklı görüş beyanının terörle özdeşleştirilmesi ve siyasi farklılıkların ihanetle anılır hale gelmesi hem milli birliğimize zarar vermekte hem de kriz dönemi algısının süreklilik kazanması üzerinden demokrasiye, siyasete ve ekonomik hayata büyük darbe vurmaktadır.

• Güvenlik endişelerinin son yerel seçimler sonrası kamu görevinden olağanüstü hal şartlarında mahkeme kararı olmaksızın ihraç edilenlerin ellerinden seçme ve seçilme gibi anayasal bir hakkı dahi almaya evrilmesi kabul edilemez. Böylesi bir keyfiliğin uzun vadede idari kararlarla nasıl yanlış uygulamalara sebep olabileceğini düşünmek bile istemiyorum. Anayasa herkes için temel bir metindir, keyfi şekilde yorumlanamaz.

• Bir an önce özgürlük alanının genişletilmesi iftiharla sahiplendiğimiz özgüvenimizin ve en önemlisi de birbirimize olan güvenimizin yeniden tesisi için şarttır. Düşüncelerini ifade eden gazeteci, akademisyen, kanaat önderi, siyasetçi kim olursa olsun hiç kimse işini kaybetme, yaftalanma, sosyal medya linci ve hakaret tehditleri ile karşılaşmamalıdır. Eleştiri ve fikirlerini ifade etme özgürlüğü sonuna kadar korunmalıdır.

• Özgür düşüncenin, eleştirinin temel unsuru olan ve gelişmiş demokrasilerde dördüncü kuvvet olarak nitelendirilen basın ise tek elden yönetilen bir propaganda aracı haline gelmiştir. Gerçek basın özgürlüğü demokrasimizin bağışıklık sistemidir. Bunu yok etmek, usulsüz ve baskıcı metotlarla basında tekelleşmeye yönelmek Türkiye’nin zihni kapasitesini daraltmaktadır.

• Bu çerçevede, güvenlik konusundaki kazanımlarımızı kaybetmeden özgürlük alanlarının genişletildiği yeni bir özgürlük-güvenlik dengesi kurulmalıdır.

• Sivil toplumun gücü yüksek binalarda değil derin vicdanlarda tecelli eder. Katılımcı demokrasi, sivil toplumun siyaset kurumunu meşru yöntemlerle ve şeffaf bir biçimde etkilediği ve kamu yönetimini denetlediği bir ortamda gerçekleşir. FETÖ gibi gizli yapıların devlet gücünü gayrimeşru biçimde ele geçirmek amacıyla siyaseti vesayet altına almaya çalışması da devletin sivil toplumu güdümü altına alarak araçsallaştırması da demokrasiye zarar verir. Sivil toplumun devlete eklemlenmesi ve farklı kaygılarla görüş beyan edemez hale gelmesi sivil toplumun ruhunu ve vicdanını yok etmektedir.

• Siyasetin toplumumuz nezdinde tekrar itibar kazanmasında ana faktör partimizin siyaset literatürüne kazandırdığı en önemli şiarlardan birisi olan 3Y (yasaklar, yolsuzluk ve yoksulluk) ile mücadeleye yaptığı vurguydu. Bugün bu üç hedef konusunda da hangi konumda bulunduğumuzun samimi bir muhasebesini yapmaksızın siyasete yeniden itibar kazandırmak ve topluma yeni bir güven verebilmek çok güç görünmektedir.

• Ekonomik başarı için ön şart hukukun üstünlüğünün hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde sağlanmasıdır. Rekabetçi bir ekonomi ve girişimci dostu bir yatırım ortamı ancak öngörülebilirliğin sağlandığı, kuralların herkese eşit uygulandığı ve mülkiyet hakkının güvence altına alındığı bir ortamda kurulabilir. Bu ise yargının tarafsız, bağımsız, hızlı, etkin ve hepsinden önemlisi evrensel hukuka uygun işlediği hukuk devletinde mümkündür.

• Partimizin ekonomi felsefesi kurulduğu günden beri kurallı serbest piyasa ekonomisi olarak belirlenmiştir. Serbest piyasa ekonomisi, devletin ekonomiye doğrudan ve keyfî biçimde müdahale etmediği, fiyatların arz ve talep tarafından belirlendiği bir yapıdır. Son dönemde ekonomi yönetiminde alınan kararlarla serbest piyasa ilkelerinden uzaklaşılmaktadır. Piyasa ekonomisinde devlet ancak nesnel ve genel kurallar koyarak ve bu kurallara uygunluğu denetleyerek ekonomiyi yönlendirir. Denetim bağımsız, tarafsız ve nesnel ilkelere bağlı olmalı, asla bir baskı aracı ve tehdit unsuru olarak kullanılmamalıdır. Bu çerçevede bankaların mevduat ve kredi politikalarına doğrudan müdahale çözüm getirmez.

• Ekonominin bir boşlukta değil uluslararası bir ortamda seyrettiği de göz önünde bulundurularak AB ile 2016 yılında son aşamaya getirilmiş olan vize muafiyetinin ve Gümrük Birliği revizyonunun bir an önce hayat geçirilmesi ekonomimize yeni bir ivme katacaktır.

• AK Parti’nin ekonomik başarı hikâyesinin önemli bir bileşeni de geçmişte ekonomide kurumsallaşmayı sağlamış olmasıdır. Son dönemde devlet kurumlarındaki görevlendirmelerde ehliyet ve liyakat ölçütleri yerine başka özelliklerin tercih edilmesi, kamu kurumlarında kurumsal hafızanın ve kültürün korunmasını imkânsız hale getiren keyfîliklerin yaşanması kurumsallaşmaya büyük zarar vermiştir.

• Kamu maliyesi milletin devleti yöneten kadrolara emanetidir. Toplumun genelinde son dönemdeki uygulamalarla, kamu yöneticileri hakkında israf ve aşırı gösteriş algısı oluşturan bir manzara sergilendiğini büyük bir üzüntüyle gözlemliyorum. Öte yandan faiz dışı kamu harcamalarında kaydedilen artış ve buna bağlı olarak ortaya çıkan bütçe açığının bir seferlik gelirlerle saklanmaya çalışılması da güveni sarsmaktadır. Kamu harcamalarında şeffaflık ve hesap verebilirlik en güçlü biçimde hayata geçirilmelidir.

• Ekonomi ile ilgili kararlarda açıklanan verilere duyulan güven olmazsa olmaz bir unsurdur. Ne yazık ki son dönemdeki bazı uygulamalar verilere olana güveni sarsmaktadır. Dahası ekonomik verilerin gerçek durumu tam, doğru ve eksiksiz yansıttığına olan güven sarsılınca, piyasada “arka kapı operasyonu” olarak adlandırılan şeffaflıktan uzak yöntemlere başvurulduğuna ilişkin haberler ve spekülasyonlar yayılmaktadır. Bu ise döviz kurlarında ve faizlerde aşırı dalgalanmalara yol açmakta, üreticilerimizin bin bir zahmetle sağladığı kazanç, çalışanlarımızın alın teriyle elde ettikleri gelir bir anda yok olup gitmektedir. Ekonomi yönetiminde dürüstlükten büyük sermaye, itibardan büyük kredi olmaz. Ekonomi yönetiminin işleyişi acilen bu düstur doğrultusunda yeniden yapılandırılmalıdır.

• Çözüm enflasyonu kalıcı olarak düşürmek, ekonomide öngörülebilirliği artırmak ve riskleri azaltmak, küresel sermayenin Türkiye’ye güvenle gelip yatırım yapacağı Türkiye’deki yerli sermayenin de dışarı çıkmak için yollar aramak zorunda kalmayacağı bir yatırım ortamı oluşturmaktır. Böyle bir ortamda faizler kalıcı olarak düşer, Türk lirası güç ve itibar kazanır.

Sonuç olarak şunu vurgulamak isterim ki son yıllarda yaşadığımız güçlü meydan okumalar karşısında şimdi yapmamız gereken, zihinlerimizi özgürleştirmek, psikolojilerimizi yenilemek, toplumsal bağlarımızı güçlendirmek ve ortak geleceğimiz konusunda atılması gereken adımları atmaktır. Partimizin yöneticilerini ve ilgili kurullarını bütün bu konuları ve gelecek vizyonumuzu aklı selim ve soğukkanlılıkla değerlendirmeye, partimizin vefakar ve fedakar tabanını umutsuzluğa düşmeden vakur bir duruşla ve sebatla geleceğe hazırlanmaya, kanaat önderlerimizi, aydınlarımızı ve her siyasi kesimden vatandaşlarımızı ortak vicdanımız, ortak aklımız ve ortak irademiz temelinde ortak geleceğimizi belirlemek için omuz omuza vermeye davet ediyorum. Gün devlet aklını, insan onuru ve millet vicdanı ile buluşturma günüdür.”

Ahmet Davutoğlu

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, dün Ankara’da katıldığı cenaze töreninde linç girişimine uğradı. Güvenlik amacıyla Kılıçdaroğlu’nun götürüldüğü ev de taşlandı. Kılıçdaroğlu, “Bizim geldiğimizden de haberleri vardı. Olay sırasında hazırlanmış sopalar bile dağıtılıyordu” dedi.

 

Sözcü’den Saygı Öztürk’ün haberine göre, Ankara temsilcilerine konuşan Kılıçdaroğlu o gün yaşadıklarını anlattı. Kılıçdaroğlu’nun sorulara verdiği yanıtlar şöyle:

“Güvenlik zafiyeti vardı”
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bazı gazetelerin Ankara Temsilcilerini makamında kabul etti. Saldırıyı anlatan Kılıçdaroğlu, “Korumalar sağ olsun güzel görev yaptılar. Ciddi bir güvenlik zafiyeti vardı zaten. Bilinçli olarak mı yaratıldı, onu bilemiyorum. Zaman gösterecek” dedi. Kılıçdaroğlu, güvenlik ekibinin, cenazeye katılacağını önceden bildirdiğini kaydeden, gittikleri evde Emniyet Genel Müdürü, jandarma komutan yardımcısı, Ankara Emniyet Müdürünün de bulunduğunu hatırlattı.

Kılıçdaroğlu’ndan Akar’a: Oradaki konuşmayı çok farklı düşünmek istemiyorum
Konuşurken duymadım. Hulusi Bey, atmosferin etkisi ile mi yoksa başka bir gerekçesi mi vardı bilmiyorum. Oradaki konuşmayı çok farklı düşünmek istemiyorum. Kalabalık var dağılması lazım, onların dağılmasını isteyebilir.

Şehit cenazelerine en çok katılan benim. Bir şehidimiz var. Ona katılmak aileye taziye dilemek sabır dilemek baş sağlığı dilemek hepimizin ortak görevi. Ben böyle bakıyorum. Aile ile gitmeden önce temas kuruldu. Daha sonra gittim. Gittiğimde farklı bir tablo vardı, tabloyu gördük. Birden fazla yerde görevlendirilmiş insanlar vardı. Normalde önlemlerin alınması gerekiyordu.

“O kalabalıkların linç girişiminde bulunmak istedikleri belli”
Dışarıdan çok kişinin geldiği belli. Çünkü küçük bir köy. O kalabalıkların linç girişiminde bulunmak istedikleri belli. Onları görüyordum zaten. Bunlarla ilgili olarak özel bir bilgi gelmedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun arayıp aramadığı sorusuna Kılıçdaroğlu, “Hayır, sayın Ahmet Necdet Sezer, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu mesajla üzüntülerini dile getirdiler. Erdoğan'ın özel kalemi, bizim özel kalemi arayarak gelişmeler hakkında bilgi almak istemişler. Özel kalem nasıl bilgi verecek? Bilgi alınacaksa İçişleri Bakanlığından alınır, bakanlardan alınır. Bilemiyorum. Özel bir şey de beklemiyorum” yanıtını verdi. Kılıçdaroğlu açıklamalarını şöyle sürdürdü:

“Organize bir linç girişimi, terör saldırısı”
Aslında bir terör saldırısı. Sıradan rutin bir protesto alarak düşünmemek lazım. Bu bir siyasetçiye karşı organize bir linç girişimi.

“Kin, nefret tohumu eken siyasetçiler var”
Bunların kendi içinde bir tutarlılığı var. Yorumların kendi içinde bir tutarlılığı var. Türkiye'nin normalleşmesini istemeyen siyasetçiler ve başka unsurlar var. Türkiye süratle normalleşmeli. Türkiye, dış politikada üzerinde pazarlık yapılan bir ülke haline geldi. Bu kadar sıkışmış bir Türkiye'nin en azından siyaset olarak ortak tepki vermeye ihtiyacı var. Biz bunu her yerde söyledik. Bizden görüş istenirse, görüşümüzü, bilgi istenirse bilgimizi ifade edebiliriz. Huzurun egemen olmasını istiyoruz. Bunu istemeyen başka siyasetçiler olduğunu, kin, nefret tohumu eken siyasetçiler olduğunu görüyoruz. Geçmişte de Türkiye' ye zarar verdiler, bugün de zarar vermek için öyle zannediyorum kendilerine yol haritası belirlemişler.

“Türkiye’de kaos çıkarmak isteyen çok çevre var”
Ona girmek istemiyorum. Türkiye' de kaos çıkmasını isteyen çok çevre var. Türkiye'nin demokratik standartlarını yükseltmesi gerekiyor.

“Olay çıkmasın diye özen gösterdik”
81 ilde il başkanlarımız; sivil toplum kuruluşları, meslek kuruluşları ve siyasi parti temsilcileriyle açıklama yaptı. Alanda, sokakta bir eylem yapılmasının doğru olmadığını ifade ettik. Provokatörlere fırsat yaratır. İstanbul'da miting var iken onunla bile temasımız oldu, orada bir sorun olmasın diye. İmamoğlu ile toplumu yatıştırması için görüştüm. Olay çıkmasın diye özen gösterdik. Aslında devleti yönetenler de göstermeli. Ama bunun bile farkında değiller. En büyük tehlike bu.

“Ayrıştırıyorsa ona İçişleri Bakanı denmez”
Onu herkes görüyor, biliyor. Sorun şu; onu İçişleri Bakanı olarak tanımlayalım mı, tanımlamayalım mı? İçişleri Bakanı denen kişi Türkiye'nin huzuru için her türlü önlemi almalı. Bir kişi İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturup toplumu ayrıştırıyorsa ona İçişleri Bakanı denmez. Onu İçişleri Bakanı olarak görmüyoruz. Kutuplaşmadan, kandan medet uman kişiye içişleri bakanı denmez. Onun başka görevi var. Koruma sayısının artırılması yönünde talebimiz olmadı. Yeni bir talepte de bulunmayacağım.

"Zırhlı aracı iade ettik"
Zırhlı aracı iade ettik.. İhtiyaç duymadık. Şartlar ne olur kestirmek zor. Şartlar bizi bir zırhlı araca binmeye mecbur ederse alırız. Bugün düşündüğümüz bir olay değil. Gelişmelere bakmak gerekiyor. Gerekirse kendi güvenliğimizi kendimiz de sağlayabiliriz. Görevimiz neyse yapacağız.

“Gerekirse aynı köye yine giderim”
Diyaloglar iyiyidi. Aileden birisi Mansur Bey’e diğeri de AKP adayına oy verdiğini söyledi. Evlerine gelince evleri taşlanır, yakılır diye paniğe kapılmışlar. Emniyet Genel Müdürü, polisler öyle bir şey olmayacağını söyleyince rahatladılar. Ayrılırken, çocukları Muhammed elimi öptü, ben de yanaklarından öptüm. Gerekirse aynı köye yine giderim. Siyasette rakiplerimizin ayrımcı bir dil kullanmaları, bu ayrımcılık hani gittikçe derinleşen, kini ve öfkeyi besleyen dile dönmüş. Bu dil medya tarafından acımasızca kullanılıyor. Hiç düşünmediğimiz pek çok olay oralarda günlerce söyleniyor. Garip bir dünya var karşımızda. Bu dünya var diye biz düşüncelerimizden vazgeçmeyeceğiz. Kendimize çeki düzen verelim diye bir durum yok. Ne söylediğimiz, ne yaptığımız belli. CHP'li PKK ile beraber gösteriyorlar.

“İşi sadece savcıya bırakmadık”
Ben iki kez güvenlik güçlerinin akrep aracına bindim. Bir PKK saldırısı bir de bu saldırı. İkisi arasında bir fark yok. Onlar da terörist bunlar da terörist. Açıkça korumalar olmasa açıkça linç olacak. Bununla ilgili olarak da özel bir araştırma kurduk. Şu anda bizim arkadaşlarımız görüntüleri izliyorlar. Tespitler yapıyorlar. Köyde vatandaşlarla temasa geçtik. İşi sadece savcıya bırakmadık. Kim nedir, ne değildir… Provokatör var, önde olanlar var, arkada olanlar var. Bizim geldiğimizden de haberleri vardı. Olay sırasında hazırlanmış sopalar bile dağıtılıyordu.

“Emniyete bir gün önceden bilgi verdik”
Kılıçdaroğlu, şehit cenazesine katılacaklarına dair bilginin ise “Cumartesi günü emniyet koruma şubesi nöbetçe amirliğine bildirildiğini” söyledi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu'na şehit cenazesindeki saldırı ile ilgili ilk açıklamasını sosyal medya hesabı üzerinden yaptı. Erdoğan açıklamasında "Ne yazık ki dün Çubuk’ta bir şehidimizin cenaze töreninde istenmeyen bir olay meydana gelmiş, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik protestolar şiddet eylemine dönüşmüştür" dedi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Hakkari'nin Çukurca ilçesindeki hain saldırıda şehit düşen askerlerle ilgili “Dün dört şehidimizi toprağa verdik. Allah şehitlerimize gani gani rahmet eylesin. Bu vatan onların bize bıraktığı kutsal bir emanettir” ifadelerini kullanırken CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'na şehit cenazesinde yapılan saldırı ile ilgili de ilk kez konuştu.

Erdoğan açıklamasında "Ne yazık ki dün Çubuk’ta bir şehidimizin cenaze töreninde istenmeyen bir olay meydana gelmiş, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik protestolar şiddet eylemine dönüşmüştür. Olay tüm boyutlarıyla soruşturulmaktadır. Şiddeti asla tasvip edemeyiz. Şiddetin ve terörün her türüne karşıyız. Kimsenin Türkiye’nin huzur iklimine zarar vermesine müsaade etmeyiz" dedi.

Ankara'nın Çubuk ilçesinde katıldığı şehit cenazesinde saldırıya uğrayan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu sonrasında yaptığı açıklamada kimsenin kendilerini şehit cenazelerine gitmekten alıkoyamacağını söyledi.

 

CHP İzmir Milletvekili Mehmet Ali Çelebi'nin sosyal medya hesabından paylaştığı videoda Kılıçdaroğlu şu sözleri kullandı:

"[Saldırıyı yapanları] oraya taşıyanların kim olduğunu gayet iyi biliyorum. Bunun hesabını soracağım. Şehitler bizim şehitlerimizdir. O şehitlere sahip çıkmak her vatanseverin görevidir. Kimse bizi şehit cenazelerine gitmekten alıkoyamayacak. Ankara büyükşehirden militanları toplayıp buraya taşımak her şeyden önce şehitlere ve ailelerine saygısızlıktır. Bizim onlara boyun eğeceğimizi sanıyorlar. Kim olurlarsa olsunlar, onlar ülkelerini sevmiyor. Biz seviyoruz ülkemizi. Sonuna kadar ülkemizin, şehitlerimizin ve ailelerinin haklarını savunacağız.

 

Kılıçdaroğlu CHP Genel Merkezi önünde halka seslendi
Kılıçdaroğlu, Çubuk'taki şehit cenazesinde uğradığı saldırının ardından partisinin genel merkezine geldi.

Kılıçdaroğlu, Çubuk'ta bindiği zırhlı araçtan Saray mevkisindeki Kuzey Ankara Kapısı mevkisinde indi. Kendisini bekleyen partililerle bir süre sohbet eden Kılıçdaroğlu, makam aracına binerek CHP Genel Merkezi'ne hareket etti.

Genel Başkan Kılıçdaroğlu'nun bulunduğu araç, Türk bayraklarıyla bekleyen partililerin sevgi gösterileri arasında genel merkeze giriş yaptı.

Kılıçdaroğlu burada halka seslendi. Kılıçdaroğlu'nun konuşmasından öne çıkanlar şöyle:

“Onlar sanıyorlar ki Kılıçdaroğlu geri adım atacak. Bir milim geri adım atmayacağım. Biz bu ülkenin bütünlüğünü ve birliğini savunuyoruz. Beni asıl üzen; siz nasıl bir şehit cenazesini kıldırmıyorsunuz? Saldırıya uğradım diye üzülmedim. Bir canım var, bu ülkenin bekası, huzuru, bu ülkenin kalkınması için bir can gerekiyorsa o canı vermeye de hazırım”

“Bana yapılan saldırı Türkiye'nin birliğine ve bütünlüğüne yapılmış bir saldırıdır. Bu ülkede görüşü, kimliği, inancı ne olursa olsun 82 milyonu kucaklayan bir genel başkanım. Ben kuruluşun ve kurtuluşun partisi olan CHP'nin genel başkanıyım. Hiç kimse unutmasın. Kuvay-i Milliyecilerin partisi CHP'nin genel başkanıyım. Hiç kimse unutmasın 82 milyonu kucaklayan bir partinin genel başkanıyım."

"Şavşat'tan Ardavuç'a giderken PKK terör örgütünün saldırısına uğramıştım. Aynı saldırıya bugün de uğradım. Canımı vermeye hazırım, bir milim geri adım atmayacağım. Şehit cenazesine gitmemi niçin istemiyorlar? Sanıyorlar ki saldıracağız, Kemal Kılıçdaroğlu şehit cenazesine katılmasın. Katılacağım, o şehitler 82 milyonun şehidi."

"Şehitimizin cenazesine katıldık. Namaz kıldırmadılar namaz. Siz şehitten, namazdan ne istiyorlar? Ben bir Mehmetçik babasıyım, saldırganlara söylemek isterim. Şehitler ölmez, vatan bölünmez. Biz şehitlerin arasında ayrımcılık yapmadık. Ben saldırıya uğradığım için üzülmedim. Hak, hukuk diyenler saldırıya uğramıştır tarih boyunca. Feriştahı gelse hukuk diyeceğiz. Şehitimize yapılan saygısızlık için üzüldüm."

"Hakkı, hukuku savunanlar tarihin her döneminde saldırıya uğramıştır. Feriştahı da gelse hakkı hukuku ve adaleti sonuna kadar savunacağız. Beni üzen şehide yapılan saygısızlıktır. Şehidin cenaze namazı bile doğru dürüst kılınmadı. O köyde oturan hiç kimsenin suçu yok. Dışardan gelenlerin tezgahıdır bu. Bu tezgahlar bizi yıldıramaz."

"İlk kez farklı siyasi görüşü olanlar bir araya geldi. Bundan korkuyorlar. Ne yaparsanız yapın asla vazgeçmeyeceğiz."

Gazeteler